Kalıpdışı düşünmek

Yaratıcılık, inovasyon ve liderlik içiçe konulardır. Bunu anlamış olarak doğmuş ya da sonradan öğrenip içselleştirmiş insanlara baktığımızda, yaptıkları iş her ne olursa olsun o işi iyi yaptıklarını hatta diğerlerinden açık arayla daha iyi yaptıklarını görürüz. Bu insanlar bir şey anlamıştır ve o anladıkları şey onları diğerlerinden açık arayla daha iyi yapar.

Onların anladığı şey, yaptıkları işle ilgili değildir. Anlamaları gereken şeyin işle ilgili olmadığını anlamışlardır. Zaten bu yüzden çok iyi bir mühendis kibrit kutusundan tutun da uzay gemisine kadar çok geniş bir yelpazede mühendislik yapabilir.

Kendilerine işin sırrı nerde diye sorsanız ya size cevap veremezler ya da bildik sıradan şeyler söyleyebilirler; çalışkanlık, konsantrasyon gibi. Ancak bunlar esas sebep değildir. Esas sebep kalıplardan kurtulmuş olmalarıdır. Kalıp dışı düşünürler. Bu insanlar gemileri karadan yürütür. En kritik anlardaki o en doğru kararları çoğu kez sıradışı, beklenmediktir.

Yaratıcılık, inovasyon ve liderlik alanında öğrenilmesi gereken şey, kalıpdışı düşüncedir. Kalıpdışı düşünce ise anlatılarak değil, hissettirilerek öğretilir.

İçimizdeki yetişkinle barışmak

Birçok ‘kendine yardım’ kitabında, birçok popüler psikoloji kitabında, birçok dergi ve gazete makalesinde tavsiye edilen klişe bir şey vardır; içinizdeki çocukla barışın, içinizdeki çocuğu susturmayın, bırakın oynasın gibi.

Ben bu konuya bir de içimizdeki yetişkin tarafından bakmak istiyorum. İçimizdeki çocuğa bir itirazım yok, o olduğu yerde takılsın, keyfine baksın, zaman zaman ön plana çıksın. Ancak içimizdeki yetişkinden bahseden yok ve bu çok çok önemli bir konu. Hatta bu birçok derdimizin de çözümü aslında.

İçimizde bastırdığımız bir yetişkin var. Yetişkin olmak, sorunlara çözüm odaklı yaklaşmak demek. Mızıklamak, başkalarını suçlamak yerine derdimize çare bulmaya çalışmak. Biz bu yetişkini susturmaya ve yok saymaya çalışıyoruz. Elbette durupdururken değil, bunun birçok nedeni var. Bu nedenler hem toplumsal hem de kişisel.

Ben kişisel nedenlerden başlayıp sonra toplumsal nedenlere geçmeyi planladım. Zaten ikisi de birbirinden ilginç ve hüzünlü bence.

İçimizdeki yetişkini yok sayma nedenlerimizden belki de en önemli olanı sorumluluğu reddetmektir. İçimizdeki yetişkini yok saydığımız zaman bizim adımıza karar verecek bulabildiğimiz ilk kişiye ya da makama dört elle sarılırız. Demokrasilerin yerleşmediği ülkelerde bu çok sık görünen bir şeydir (bu konuya toplumsal nedenler kısmında geri döneceğim). Kişi; bir toprak ağası, bir parti başkanı, bir hükümet karşısında sorumluluktan kurtulmuş olmanın (olduğunu sanmanın) keyfini çıkarmaya çalışır. Bizim adımıza başkalarının karar verdiğini zannederek karar verme sorumluluğumuzu bir yana koyar ve karar verme acısından uzaklaşmanın tadını çıkarırız.

Bazı insanlar birlikte olmak istedikleri kişi hakkında yakın arkadaşlarıyla konuşur ve onların fikrini sorarlar. Bu insanlar içinden bazıları da bu fikirlere kendi fikirlerinden daha çok önem verirler. İşte o insanlar içlerindeki yetişkini konuşturmamaya çalışan insanlardır. Arkadaşlarının fikrine göre hareket ederek kendileri karar vermiyor oldukları hissini yaşarlar. Oysa arkadaşlarının fikrine uymak da bir karardır. Ama filanca kişi önerdiği için ben böyle yaptım dediğimizde sanki kararı biz vermemiş gibi hissederiz.

Sadece bu karar, karar süreci, karar vermekten kaçmak konuları bile yetişkinlik konusunda öylesine önemlidir ki bunlardan söz edince konuyu büyük ölçüde kapsamış oluyoruz. Bu bağlamda yetişkinliği kişinin hayattaki kararlarının sorumluluğunu kabullenmesi olarak da tarif edebiliriz. Çünkü karar vermiyor olmak gibi bir seçenek gerçekte zaten yok.

Toplumsal olarak da şunu söylemeyiz; aslen ne devlet, ne toplum ne de herhangi bir otorite yetişkin insan sevmez. Bireysellik aynı zamanda düzensizliğe de yol açar. Kendi kararlarını alan, bilinçli olarak ne istediğini bilen; istekleriyle barışık olan ve bunları bireysel seviyede hayata geçirmek isteyen kişi toplum ve belli başlı birçok otorite açısından sorun olarak görünür. Bu sorun olarak görünmekle kalmaz, aynı zamanda içinde yaşadığımız ekonomik sistem bireyleri kendi ihtiyaçlarının dışında karar almak üzere elindeki bütün araçlarla zorlamaya çalışır. Reklamlar da bu zorlamanın örneklerinden biridir. Askeri darbeler de bu zorlamanın örneklerinden biridir. Hükümetlerin baskıcı davranışları da bu zorlamanın örneklerinden biridir.

Reklamları ele alalım. Neden reklamlarda ürünler hakkında bilgi verilmez? Neden ürünün tanıtılması ön planda olmaz da onun yerine o ürünü kimlerin kullandığı anlatılmaya çalışılır? Nasıl insanlar o ürünü kullanıyorlar? Siz, nasıl bir insan olmalısınız? Kararlarınız neler olmalı? Reklamlar bile size ürün tanıtmak yerine hayattaki kararlarınızın neler olması gerektiğini anlatmaya ve aşılamaya çalışırlar.

Bu toplumsal zorlamalar da kişinin içindeki yetişkinle barışmasını engeller.

Şimdi bir de içimizdeki yetişkinle barışmak için yaşamımızdan 3. şahıs ile kullandığımız cümleleri çıkarmamız gerektiğini ve bunun nedenlerini anlayalım. İçimizdeki yetişkinle barışmayıp bir çocuk olarak yaşamlarımızı sürdürmeye devam etmek, dışarıda bir otorite aramamıza neden oluyor. İnsanoğlu’nun en temel düşünce organı lisan olduğu için bunu dilimize yansıtarak yaşıyoruz. Bu bizi sıkıyor, baskı altına alıyor ama bir yandan da rahatlatıyor. Rahatlatıyor çünkü yaşadıklarımız üzerinde bir etkimiz olmadığı yönündeki inancımızı kuvvetlendiriyor. Günlük yaşamda sıklıkla “şöyle yaptılar”, “böyle yaptılar”, “şunu yapacaklar” gibi kalıplar kullanıyoruz. Örnekleyelim:

– Bu adamı nasıl buraya (bu makama, filanca göreve, vs.) getirdiler? Bu adam denen o kişinin bu konuda harcamış olabileceği çabalar, kişisel birikim ve kalite yok sayılıyor. Bunu söylerken dolaylı olarak sizinki de yok sayılıyor. Birileri bir insanı belli bir makama getirmiş. O kişinin böyle bir makama kendisinin gelmesi mümkün değil. Neden değil? Çünkü o bir insan. İnsanlar böyle başarılara kendileri ulaşmazlar, birileri onları bir yerlere getirir. Ama bir dakika! O birileri kim? O birileri insan değil mi? O zaman bu işin içinde bir terslik var.

Kullandığımız bütün üçüncü şahısları, insan değilmiş gibi kullanıyoruz. Çünkü konunun o derece derinine inersek ve o üçüncü şahısların da etten kemikten insanlar olduğunu hatırlarsak bu bizim de bir şeyler başarabileceğimiz anlamına geliyor. Bu ihtimal ise nedense korkutuyor (Ben bireysel eğitim ve danışmanlıklarımı insanların neredeyse sadece bu korkuyu yenmelerine yardımcı olmak için yapıyorum. Bu başlı başına bir iş!).

Tüm bunların içimizdeki yetişkini bastırmakla birebir ilgisi var.

Üçüncü şahıslarla ilgili söylediklerimle bir kanıt şudur örneğin; birçok kişi hayran oldukları meşhur insanlarla tanıştıktan ve kısa bir süre de olsa beraber zaman geçirdikten sonra hayranlıklarında belirgin bir azalma görünür. Bunun en büyük nedeni, daha önceleri insan sınıfında olmayan bu meşhur kişinin artık bir insan hatta tanıdık bir insan haline gelmiş olmasıdır. Ve kimse kendi köyünde peygamber olamaz! Bu maalesef çoğumuzun algısında vardır, birebir tanıdığımız olan birçok kişinin “olağanüstü” başarıları gözümüzün önünde olsa bile bize inandırıcı gelmez çünkü içimizdeki yetişkinle barışmadıkça tanımadıklarımızın neredeyse tamamı bir otorite, tanıdıklarımız ise büyük ölçüde bizler gibi birer çocuk olarak algılanır.

Yani tanımlar ve kriterler kişinin kendi iç dünyasından geliyor ve o dünyada olup bitenler hep dışarıda olup bitenlerin etkisi altındaymış gibi. Bir tür otomatik pilot bu. Dış dünyayı takdir etmekten (ya da aşağılamaktan) kendi dünyamızla ilgilenememek. Dolayısıyla da içerideki çocuğun bu nedenle bir türlü büyüyememesi. Sonuç olarak da içimizdeki yetişkinle bir türlü barışamamak ve hatta tanışamamak.

Bir direnç noktası olarak da birçok kişiye bu anlattıklarım çok yumuşak, çok çiçek böcek ve biraz da gaza getirici ya da bu amaçla yazılmış olarak görünecektir, bu hep olur. Nedense bu konuların ne kadar sert, ne kadar zor olabileceğini düşünmeyi tercih etmeyiz.

(birden fazla platformda yayınladığım bir yazı: Linkedin, Medium, Facebook)

Serbest piyasa aslında bir kelime oyunu

Serbest piyasanın işleyebilmesi için gerçek bir risk olması gerekiyor. Oysa şu anda A.B.D.’deki finans krizine bakarsak gerçek bir risk olmadığını görüyoruz. Serbest piyasa neyi gerektirir? Biri ya da birileri elindeki sermayeyi bir alanda yatırım yaparak değerlendirir. Finans sektöründe bu alan paranın ta kendisi olur. Eğer gerçek riskten söz ediyor olsaydık durumun şöyle olması gerekirdi: Birileri bankadan kredi alacak. Bu krediyi bir ev satın almak için kullanıyor. Bankanın buradaki riski nedir? Krediyi alan kişinin bunu geri ödeyememesidir. Banka satın alınan evi ipotek altına alıyor. Neden? Riski ortadan kaldırmak için. İşte riskin ortadan kalktığı an, serbest piyasanın bittiği andır.

İdeal bir serbest piyasada bankanın verdiği krediyi geri alabilmek için uygulayabileceği önlemler, tedbirler, yaptırımlar minimumda olmalı. Örneğin adamın biri ev almak için kredi kullandığında eğer hali hazırda başını sokacak bir evi varsa (bu kira da olabilir farketmez) o zaman banka adamın kendisinden çektiği krediyle satın aldığı eve el koyabilir. Ama eğer satın alınan ev o kişinin yaşayabileceği tek yerse banka o eve el koyamamalıdır. Eğer bankanın verdiği kredileri belli bir garanti altına almasına bir sınır getirirseniz o zaman gerçekten bir serbest piyasa olgusu yaşanır. Buradaki ideal serbest piyasanın faydası nedir? Banka dediğimiz kurum kredi vereceği kişiye ne kadar güveneceğini iyi hesap edecek, eğer parasını geri alamazsa devlet bankanın arkasında durmayacak ve onu kollamayacak. Bu durumda banka sadece gözünün kestirdiği kişiye kredi verecek.

Bugün ise durum farklı işliyor. Yani serbest piyasa sadece sözde serbest piyasa. Gerçekten risk yok çünkü risk gerçekleşmeye yüz tuttuğu anda devlet işe el atıyor, müdahale ediyor. Bu durumda kapitalist sistem olması gerektiği gibi işlemiyor. İdeal kapitalist sistemde varolan para işletilir. Buna itirazlar geleceğini biliyorum, yorumları okur gibi oluyorum: O zaman koskoca finans sistemi ne işe yarıyor, neden var diyeceksiniz. Ama ben de zaten tam olarak bunu soruyorum. Kapitalist bir sistemde finans piyasasının işi ne? Hani kapitalist sistemde parası olan iş yapacak, istihdam yaratacak ve ekonomik refahı garantileyecekti? Kapitalist sistem, adı üzerinde kapitale yani sermayeye dayalı sistem. Sen olmayan sermayeleri sağlamaya çalışmak üzere bir finans sistemi kurarsan ne olur? Sermayesi olmayan herkesin patron olma hakkı doğmaz mı? Doğar, ve doğuyor da zaten. Bugün başbakanımızın, cumhurbaşkanımızın çocuklarının 3 saniyede birer ticari deha kesilmelerinin nedeni de bu değil mi?

Nerede kaldı şimdi kapitalist sistem ve serbest piyasa?

Bu açıdan baktığımız zaman anlıyoruz ki kapitalist sistem ve serbest piyasa fiiliyatta aslında yoklar. Bu sadece bir ideal. Feminizm gibi, komünizm gibi. Pratikte işlemiyor. Pratikte işlemediği için finans kuruluşları var, devletin işe karışması var, vs.

Risk, gerçek risk olmadan serbest piyasadan ve kapitalist sistemden bahsedemeyiz.

Türk dizilerinin temel mesajı güvensizlik

Son haftalarda biraz televizyon izliyorum. İlgimi çeken bir iki dizi oldu. Ama daha da ilgimi çeken şey Türk dizilerinin verdiği ortak mesajlar. Bu mesajları çok etkili ve çok tehlikeli buluyorum çünkü diziler Türkiye’de çok sevilerek, ilgiyle izleniyor ve bu dizilerde olan bitenler ile karakterler örnek alınıyor. Bu örnek alma meselesi her yaştan insan için geçerli. Sadece Polat Alemdar’a özenip sağı solu yakıp yıkmak isteyen üç beş lise çağında çocuktan bahsetmiyorum. Yetmişlerinde olup dizi karakterlerinden etkilenen de var, kırklarında olup etkilenen de.

Türk dizilerinde gözlediğim temel mesaj güvensizlik. Dizilerin çoğu, gerek kadın erkek ilişkilerinde gerek ticarette gerekse arkadaşlıklarda “birbirinize güvenmeyin, babayı alırsınız mesajı taşıyor”. Komplo teorilerini seven biri olarak ben burada bir bit yeniği arıyorum. Bu kadar çok sayıda dizinin ortak mesajı bu olunca bunun üzerine biraz olsun düşünmemek benim için mümkün değil.

Türk dizilerinde herkes birbirini aldatıyor, herkes birbirine kazık atıyor. Bu durum yaş, cinsiyet, sosyal ve ekonomik sınıf dinlemiyor. Çok az sayıda “namuslu” karakter var ama onların da tabiri caizse ezik tipler olarak sunuluyor. Bugün Türk dizilerinin ortak mesajlarından biri bu: Birbirinizi sevmeyin, birbirinize güvenmeyin. Seven de güvenen de aldatılır. Herkes birbirinin kuyusunu kazmaya çalışıyor. Neredeyse insanlık gerçekte böyle bir şeydir gibi bir mesaj var. Mesaj alttan alta veriliyor diyeceğim ama öyle de değil, gözümüze sokuluyor.

Peki birbirine güvenmeyen, birbirini sevmekten ödü kopan bireylerden oluşan bir toplum yaratmanın kime ne faydası var? Buna bir bakalım ki komplo teorisi nerede onu görelim. Her şeyden evvel, birbirine güvenmeyen, birbirini sevmeyen bireylerden oluşan bir toplumu yönetmek daha kolaydır. Daha hızlıca koyun sürüsü haline gelirler. Esas mesaj da şudur: “birbinize güvenmeyin, birbirinizi sevmeyin. bana güvenin, beni sevin”.

Bakın diyanet işleri onaylı metinlerde “Tayyip’i üzmek, Allah’ı üzmektir” gibi yazılar geçen bir ülkede yaşıyoruz. Daha evvel yazdığım “içimizdeki yetişkinle barışmak” başlıklı iki yazıda yetişkinliğe erişememiş bir toplumun baskıcı hükümetler için ne büyük nimet olduğunu söylemiştim. Bu konuya o yazı dizisinin üçüncü bölümünde daha fazla değineceğim. Şimdilik burada işin otorite kısmını ele alalım. Türkiye gibi, Libya gibi, İran gibi, Irak gibi ülkelerde otorite sadece birilerinin çıkarı için uygulamaya koyduğu bir yönetim sistemi değildir. Bu aynı zamanda sevgisiz, güvensiz bırakılmış bir halk tarafından talep edilen bir yönetim sistemidir. Hayatın kendi “normal” acımasızlığı, adaletsizliği vs. bir yana, bir de yaratılmış bir güvensizlik ve sevgisizlik sonrası yetişkinliğe erişmeye fırsat bulamamış halklar başlarına bir diktatör ararlar. Bunu da kolaylıkla bulurlar.

Burada komplo teorisi demişken şunu aydınlatayım. Ben demiyorum ki bu diziler tek bir elden çıkıyor ve milleti uyutmak için yayınlanıyor. Ama burada bir ortak bilinç ve bilinçdışı ögelerin yansıması söz konusu. Güvenmemek ve sevmemek çoğu insan için bir tedbir, bir kaçış, bir güvenlik önlemi. Karşılığında aldığımız şey ise çirkin bir yaşam. Tatminsiz bir hayat. Kuru ekmek yiyip su içerek hayatta kalmaya çalışmak gibi bir şey.

Tabii bu dizilere “takılırken” neden televizyon seyretmeyi sevmediğimi ve bunu keskin bir biçimde bıraktığımı da bir daha anladım.

Bu diziler ve başka televizyon programları hakkında zihnimde dönen daha binlerce şey var ama bunları henüz bir lisana çevirip telaffuz edemediğimden burada da yazmıyorum. Dile gelirsem yazacağım.

İnsan var olduğunu hissetmek (anlamak) için neler yapar?

İnsanın var olduğunu, hayatta olduğunu anlamak, teyid etmek için yaptıklarının haddi hesabı yoktur. Sınırsız bir alanda türlü çeşitli davranışlar her an salt hayatta olup olmadığını, var olup olmadığını anlayabilmek, buna kanaat getirmek için yapılır.

Bacak bacak üstüne attığınızda bacaklarınızın varlığını hissedersiniz. Sigara içerken en az iki parmağınızın ve dudaklarınızın varlığını hissedersiniz. Çoğu kez boğazınızın ve nefes borunuzun, burnunuzun varlığını da hissedersiniz.

Yemek yerken ağzınızın, dilinizin oralarada olduğuna ek bir kanıt getirmek için ağzınızı şapırdatırsınız. Hiçbir müzik ya da ses yokken bir şeylere tempo tutmak da var mıyım yok muyum sorusuna yanıt aramak için kullanılan yöntemlerdendir.

Bazı dar giysiler, bazı takılar (küpe, bilezik, vb.), türban ve benzeri aksesuarlar da bu amaca hizmet edebilir. Bunları kullanan herkesin amacı budur demiyorum, lütfen konuyu sulandırmayalım.

İnsan hayatta olduğunu bazı ek kanıtlar olmadan anlayamaz, anlasa bile ikna olmaz. Hem soyut hem de somut anlamda varlığına sürekli kanıt arar. Kanıtlara yenilerini eklemeye çalışır. Bir saniye önce geçerli olan varoluş kanıtı bir saniye sonra kişi için geçerliliğini yitirebilir.

Bu amaçla yapılan bir çok şey kişinin hayatında fazladan sorunlara yol açabilir. İşte böyle bir durumda konuya bir uzmanı dahil etmekte fayda var.

Arkadaşlıklarınız kendi varlığınızı kanıtlamak üzerine kuruluysa kısa bir süre içinde yalnız kalırsınız. İlişkileriniz sizden daha büyük olduğunu hayal ettiğiniz bir başkasının içinde erimek ve orada varlığını kanıtlamak, varlığına amaç ve sebep bulmak ise bu insanı yorar, üzer, kimyasını değiştirir ve kaybedersiniz.

İş yerinde üzerinize aldığınız sorumluluklar belli bir ücret karşılığı bir hizmette bulunmayı aşıp sizin varlığınızı kanıtlama oyuncağınız halini alırsa hem kendinize hem çalıştığınız şirkete zarar verirsiniz. Bu tür insanların en büyük şikayeti çoğunlukla “ne yapsam yaranamıyorum” gibi muğlak ifadelerden oluşur.

Ne doğa ne de insan bedeni, zihin de buna dahil olmak üzere hiçbir biçimde mükemmel değildir. Bu varoluş kaygısı da bunun ispatlarındandır. Var olduğunu her saniye yeniden anlamak isteyen insan hastalanır, korkar, kızar, olmayacak şeylere sevinir, olmayacak şeylere üzülür. Bunun farkına varmak, ayırdında olmak da tek başına çok zor olabilir.

Eğer gündelik yaşam içerisinde saçmaladığınıza dair bir hisse kapılıyorsanız bir uzmana başvurmakta gecikmeyin.

Varoluş kaygısından korkmayın, geç kalmaktan korkun.