Anlayabilmek ya da anlayamamak

İnsanoğlunun zaaflarından biri, dış gerçeklik olarak bildiğimiz şeyin kendisini değil temsilini algılaması. Günümüz bilimsel bilgisiyle biliyoruz ki; insan dış dünyanın bizzat kendisini olduğu gibi algılayamıyor. Ancak duyular vasıtasıyla, o duyuların müsaade ettiği sınırlar içinde bir algıya sahip. Sorun bununla da kalmıyor, algılarının müsaade ettiği sınırlar içinde kalan dünyayı da olduğu gibi değil; kendisinde yarattığı, imal ettiği bir kurgusal gerçeklik üzerinden deneyimliyor.

Bu yarım yamalak deneyimlemede, deneyimin kendi içinde insanlararası bir nesnellik olduğu için, bu deneyim kendi içinde örgütlü ve tutarlı olduğu için, insanın başka insanlarla bu deneyimi karşılaştırma ve sorgulama imkanı yok. Kendi türünden iletişim kurduğu bütün insanlarda durum aynı ve o kurgusal gerçeklik içinde insanlararası tutarlı olan bir kısım var. Zaten sosyal hayatı ve insan ilişkilerini de bu kısım üzerinden ve bu kısımla sınırlı yaşıyoruz.

Hal böyle iken, bütün bu imkansızılıklar içinde oluşturduğumuz lisan adını verdiğimiz bir aracımız var. Lisan, anlatmaya çalıştığım tüm bu yarım yamalaklıktan bağımsız değil. Aynı sorunlara ve aynı sınırlara sahip bir araç.

Bu nedenle, insanın okuduğu ve dinlediği bir şeyi olduğu haliyle anlayabilmesi de imkansız. Ancak maalesef bütün bu sorunlara bir de şu ekleniyor; bütün bu kusurların farkında olmadığımızdan, an an farketsek bile bunları yok saydığımızdan bir insanın yeni bir şey öğrenmesi, anlaması, düşünmesi de imkansıza yakın bir zorlukta.

Bir şey anlatıyorsunuz, yazıyorsunuz, konuşuyorsunuz ama karşınızdaki anlatılanı değil kendi zihnindeki tasarımı duyuyor, dinliyor, okuyor. O insan kendini bilinçli olarak durdurmadıkça dört nala yanlıştan yanlışa koşuyor.

İnsanlar ne dediğinizi duymuyorlar, sadece ne dediğinizi zannediyorlar. Buna dışarıdan müdahale mümkün değil. Herkesin bu sorunlara dair hesaplaşmayı kendi içinde yapması gerekiyor.

Bunun bir çaresi de meditasyon. Meditasyon dediğimiz şey, insanın kendi iç dünyasında susmak bilmeyen kalabalığı en azından tek sese indirmeye çalışarak kendini kendi uydurduğu dünyadan uzaklaştırması. Tam da bu anda az önce kurduğum bu cümle üzerinde anlatmaya çalıştığım sorunu canlandırmayı deneyeceğim.

Meditasyon diye bir kelime kullandım ve herkesde bunun farklı çağrışımları var. Kimine göre yegane doğru faaliyet kimine göre de ufolar, mayalar, ruh celseleri gibi inançların bir parçası olan bir faaliyet. Herkes kendi kafasının içindeki meditasyon karşılığını hatırlayıp cümlenin geri kalanını zaten okumayacak bile çünkü anlatılan şeyin ne olduğunu a’dan z’ye bildiğini zannediyor. Bu zannetme süreci kendiliğinden işliyor. İnsan yüksek bir farkındalıkla kendine müdahale etmedikçe bu sorun sona ermeyecek.

Bu yüzden bir argümanın doğruluğuna inanıyorsanız onu elinizden gelen en verimli biçimde sunmaktan başka yapabileceğiniz bir şey yok. Bağırıp çağırmanız, insanlara şiddet uygulamanız, korkutmanız, rahatlatmaya çalışmanız vs. bir işe yaramayacak.

Eğer bir ürün veya hizmet satıyorsanız bunu gereken en az sayıda detayla en net şekilde sunmanız önemli ve yeterli. İnsanları detaya boğarsanız, insanlar zaten sizin sunduğunuzu değil kendi kafasının içindekileri duyup okuduğundan ve seyrettiğinden onlara ulaşamayacaksınız.

Ürün ve hizmetler dışında daha başka ve hatta daha önemli konular için de aynı şeyler geçerli.

Uyanık ve dikkatli bir hafta dileklerimle.

Emaillerle ilgili teknik bir not

Web sitesinden form doldurarak yolladığınız emaillere yaptığım dönüşler bazen “istenmeyen posta” veya “spam” klasörüne gidebiliyor. Bu yüzden o klasörleri de kontrol etmenizi rica edeceğim. Alternatif olarak sosyal medyadan özel mesaj da yollayabilirsiniz. Eğer yakın zamanda form doldurmuş ya da email yollamışsanız lütfen bu klasörleri de kontrol edin.

Ölüden değil diriden korkacaksın

Yapay zeka tartışmaları aldı başını gidiyor. Bu tartışmalar temel bir korku etrafında şekilleniyor (bilimsel alanda bu tür bir korku yok, bilmeyende var). Bu korku yapay zekanın insanın sonunu getirecek olma ihtimali. Buna Terminatör korkusu da diyebiliriz çünkü insanların bu korku sırasında zihninde şekillenen imgeler çoğunlukla o filmden geliyor.

Bu korkulara ben de katılıyorum çünkü insanlık olarak teknolojiyi kullanma sicilimiz bozuk. Birbirimizi öldürmek için teknoloji geliştiren canlılarız ve bunun ne kadar büyük bir sorun olduğunu henüz anlayabilmiş değiliz. Yıkıcı teknolojilere harcadığımız para yapıcı teknolojilere harcadığımız paradan fazla.

Ancak bilmemekten kaynaklanan korkular kısmına biraz değinmek isterim. Yapay zeka konuşulurken kullanılan terminoloji bir hayli yanlış. Korkuların bir kısmı da burdan kaynaklanıyor. Öğrenen zeka ifadesi pek de doğru değil çünkü öğrenmek anlamak demektir. İçinde bulunduğumuz 2018 yılında anlamak hala sadece canlılara mahsus bir özellik. Yapay zeka diye adlandırılan şeyler ise canlı değiller. Burada canlılığın tanımıyla ilgili bir tartışmaya girmeyeceğim. Ben daha ziyade anlamak fiili üzerinde durmak istiyorum.

İnsan üretimi hiçbir cihaz, insanın henüz çözemediği özellikleri içeremez. İnsanın kendini ben olarak hissediyor olması bilimsel alanda henüz açıklanmış değildir. Bu nedenle, bizim ürettiğimiz, bizim programladığımız bir cihazın kendini ben olarak hissetmesi mümkün değildir. Bu yüzden de, benlik hissinin beraberinde getirdiği ve ancak benlik hissi sonucu mümkün olabilecek hırs, öfke, mutluluk, üzüntü, korku gibi duygular bu cihazlarda mümkün değildir. Bu cihazlar bunları görsel olarak taklit edebilirler ancak bu onların bir şey hissettikleri anlamına gelmez. Beş duyuya benzer alıcılara sahip olabilirler ve tekme attığınızda bağırabilirler ancak bu acı hissettikleri anlamına gelmez.

Bilim ve teknoloji alanında bugün geldiğimiz noktada, insanın maddeye karşılık gelmeyen yönünü bilimle açıklayabilmiş değiliz. Bedenimizdeki kimyasallarla olan ilişkimiz, bunların sorumlu olduğu duygu durumlarını hisseden insanın benlik hissine dair bir açıklama değildir. Mekanizmanın açıklanması benlik hissini açıklamaz.

Bu nedenle, gelecekte bir gün bir robot seri katil olursa bunun nedeni psikolojisi olmayacak. Bunun nedeni onu programlayan insanlığın bozukluğu ve hatası olacak. Bu nokta çok önemli çünkü bu kısım anlaşılmadığı için tartışmalar yanlış yönde sürüyor.

Dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada korkulması gereken hala yapay zeka değil, insan. Yapay zekadan korkma, insandan kork!

Dinlerde ve mistik metinlerde metafor kavramı

Din ya da din felsefesi üzerine metaforla yazılmış metinlerin (tevrat gibi, incil gibi, mesnevi gibi,…) insanlara saçma gelmesinin veya masalmış gibi gelmesinin nedeni özet olarak şudur:

Bu metinler, yaşadığımız fizik dünyayla alakası olmayan konuları, yaşadığımız fizik dünyaya ait kavramlarla anlatmaya çalışmışlardır. Bu nedenle bu gizli anlatım insanlara saçma ya da komik gelir.Örneğin; Musa’nın Yahudi halkını firavundan kaçırarak Kızıldeniz’den geçirmesi; Musa’yla, Yahudilerle, firavunla ya da Kızıldeniz’le ilgili değildir. Anlatılan şeyin bunlarla en ufak bir ilgisi yoktur.

Bu konudaki yorumlardan birine göre bu olayla anlatılan şey; insanın egosunu kontrol altına almaya çalışırken karşılaşacağı sorunlar ve yardımlarla ilgilidir. 

Semmelweis sendromu

Akademik dünyada Semmelweis sendromu diye bilinen bir şey vardır. Bilimsel gerçeği görmezden gelmekle alakalıdır. Olay 1847 yılında İngiltere’de geçiyor. Dr. Ignaz Semmelweis, mikropların hastalığa yol açtığını iddia ediyor. O sırada bunu söylemek akıl hastalıklarına cinler yol açıyor demek gibi bir şey bilim dünyası açısından. Adama demediklerini bırakmıyorlar. Sen bu hurafelere nasıl inanırsın sen ne biçim bilim adamısın diye tepki gösteriyorlar.

Bu tepkilere “doktorlar centilmendir elleri nasıl kirli olabilir” de dahil. Çünkü Dr. Semmelweis diyor ki “Büyük bir hata yapıyoruz, hastaları muayene etmeden önce ve muayene ettikten sonra mutlaka ellerimizi yıkamalıyız. Hastalara mikrop bulaştırıyoruz ve mikroplar da başka hastalıklara yol açıyor. Özellikle doğumlardan önce mutlaka ellerimizi yıkamamız lazım”.

Semmelweis’ın anlattığı somut bir olay ama bunu anlamak için önce zihinde canlandırabilmek gerekiyor. Bu da soyut akıl kabiliyetiyle alakalı.

Bilimsel yöntem kullanılırken yapılan hatalar

Bugün kullandığımız teknolojiyi bilimsel yönteme borçluyuz, bu yüzden de bilimsel yöntemi küçümsemek doğru bir iş değil. Ancak bilimsel yöntem kullanılırken yapılan hatalar yüzünden çok sayıda yanlış anlaşılma sorunu yaşıyoruz. Bazı bilgilere de bu yüzden ulaşamıyoruz.

Örneğin bilimsel araştırmalarda üçüncü değişken kavramı yeteri kadar anlatılıp öğretilmezse ortaya yararsız çalışmalar çıkıyor.

Nedir üçüncü değişken, buna bakalım. Diyelim ki yolda gitmekte olan bir bisikletin nasıl durabildiğine dair bilimsel araştırma yapıyoruz. Bu araştırma sonucu bulacağımız ilk şey “freni olan bisikletler durur, freni olmayan bisikletler durmaz” bilgisi olacaktır. Araştırmamızı biraz daha ilerletirsek, karşımıza “freni olan her bisiklet durmaz” bilgisi çıkar. Eğer biz araştırmamızı bu noktada sonlandırırsak, “bisikletin durması frenle alakalı değildir” sonucuna varırız. Oysa burda freni harekete geçiren faktörleri araştırarak ihtiyacımız olan üçüncü değişkeni bulabiliriz. Örneğin, bisikleti durdurmak amacıyla kullanılan freni bisikleti süren kişinin kullanması gerektiği bilgisi. O zaman anlarız ki, bisikleti durduran şey frendir ama o freni birinin harekete geçirmesi gerekiyor. Bazı bisikletler freni harekete geçirecek kişi bunu yapamadığı için duramıyor. Sonra da doğru olan freni kullanacak kişinin bunu niye yapamadığını araştırmaktır.

İşte bilimsel yöntemi kullanması gereken bilim insanlarının sıklıkla hataya düştüğü yer burasıdır. Çoğu bilim insanı gerek eksik eğitimleri gerekse sabırsızlıkları yüzünden bilimsel yöntemi uygulamayı erken safhalarda durdurlar.

Örneğin, yetiştirdiği bitkilerle konuşarak onların daha sağlıklı büyümelerini sağladığını iddia eden biri olsun. Botanik bilimiyle uğraşan bir bilim insanı da bu konuyu araştırıp anlamaya çalışsın. Eğer bu kişi bu olayı öğrendiğinde “böyle şey olmaz” derse bilimsel yöntem kullanılmamış olur. Eğer bu kişi bu olayı denemek için kendisi bitkilerle konuşmaya çalışıp sonuç alamazsa, bilimsel yöntemi yine erken safhada elden bırakmış olacaktır. Bu durum, yukarıda bisiklet örneğinde bahsettiğim “bisikletlerin durması frene bağlı değildir” sonucunu çıkarmaya benzer. Sonunda ne olur? Bu olay bilimsel değildir diyerek kestirip atılır, bizler de bundan faydalanamayız.

Sorun bilimsel yöntemde değil, bunu kullanmayı beceremeyenlerde. Bilimsel alanda bu ve buna benzer çok hata yapılmaktadır. Çözümü ise bilim insanı eğitimindeki hassasiyeti artırmakta.

UNDP Eğitimci eğitimi konuşmamın özeti

6 Aralık 2013 tarihli Birleşmiş Milletler Uluslararası Girişimcilik Merkezi’nde yaptığım konuşmanın özeti:

undp-osman

Eğitim ve Eğitimci

Eğitim dünya çapında zordur ve harcanan çabaların çoğu boşa gider. Daha verimli olabilmek için bazı şeylere değinmek gerekir.

İnsanlar eğitimlere katılırken, belli bir konu başlığı görürler, görmeseler bile beklentileri budur. Bu konu başlığına dair sağdan soldan duydukları okudukları bir şeyler vardır. Konu zihinlerinde şekillenmiştir. Konu zihinde şekillenmiştir ama aslında bir şey bilinmemektedir. Bildiğini zannetmek söz konusudur. Bunun üstesinden gelecek bir anlatımda bulunmak gerekir.

Bir başka sıkıntı ise, insanların isim ve konu başlığı öğrenme merakıdır. Van Gogh adını ve birkaç resmini görmüş olan biri, konu hakkında bilgi sahibi olduğunu zanneder. Aslında sadece “malumat” yani “information” sahibi olmuştur. Bir uçağın saat kaçta kalkacağını bilmek bilgi değildir. Bilgi, bir uçağın kalkabilmesi için nasıl operasyonlar yapıldığını öğrenmekle oluşur.

İnsanlar konu başlıklarında, isimlerde, hangi guru ne demişti diye düşünerek kaybolurlar. Kaybolduklarında da öğrenme biter. Eğitim çöpe gider. Bu nedenle ezber bilgiden kaçınmalı, insanların anlatılan şeyleri cümle cümle not almalarına engel olunmalıdır. Gerekirse kağıt kalemi yasaklayın, verime katkısı olur.

İnovasyon ve Yaratıcı Düşünce

İnovasyon, yaratıcı düşünce sonucu ortaya çıkar. Yaratıcı düşünceyi, işe yarayan farklı fikirler olarak tanımlıyoruz: İŞE YARAYAN FARKLILIK. Milka’nın mor ineği farklı olduğu için değil, işe yaradığı için yaratıcıdır.

İnovasyon için tek bir tarif tanım yapılamaz, yapılmamalıdır. Tarif yapıldığı an bir önceki eğitim ve eğitimci başlığı altında anlattığım sorunlara boğulursunuz. Tarif etmek yerine birden fazla açıdan bakarak anlatmak, örnekler vermek gerekir.

İnovasyon yapacak olan insan emirle hareket edemez, ederse inovasyon yapamaz. Önemli olan zihnini serbest bırakabilmesi, korku ve endişeden arınmaya çaba harcamasıdır. Bunun olabilmesi, inovasyon hedeflendiğinde o kurumda hiyerarşinin bir yana konmasını gerektirir. Eğer kurum yöneticilerinin kişilikleri buna müsade etmezse, orada inovasyon hayal olur.

Yeni bir şey ortaya koyabilmek için insanın halihazırda var olan çözümleri terk etmesi gerekir. Örneğin daha iyi bir klavye yapmak yerine iPad yapabilmek için, klavyesiz düşünebilmeyi başarmak gerekiyor. İnovasyon, içinde bulunulan endüstriyi değiştirmektir, örneğin iPod. iPod bütün müzik endüstrisini değiştirmiştir. Sadece insanların müzik dinleme biçimi değil, plak şirketlerinin çalışma biçimi değişmiştir.

Eğer iPod fikri ortaya atılırken biri çıkıp “acaba bu buluş için plak şirketleri ne der, adapte olabilirler mi” diye yakınmaya başlasaydı bugün iPod olmazdı. Ancak ne yazık ki kurumlarda inovasyon amaçlı toplantılar böyle sonlanmaktadır.

Dolayısıyla inovasyon için, mevcut sektörü ya da ürün yelpazesini DÜŞÜNMEMEK gerekir. Rakip firma ne yapıyor diye BAKMAMAK gerekir. Çünkü böyle düşünerek yeni bir şey ortaya koyamazsınız ancak varolanı geliştirmeye çabalarsınız.

Varolanı geliştirmekten ibaret bir kurumsal vizyon ise batmaya mahkumdur. Örnek: Kodak, Nokia.

İnsanlar bir işi belli biçimde yapmaya alışmıştır. Yaratıcı düşünceyi geliştirebilmek için alışkanlıklardan vazgeçmek gerekir. Örneğin çaya atılan şekeri nasıl daha iyi karıştırabiliriz diye düşünmek istiyorsanız bunu kaşıksız ortamda yapmalısınız. Ancak uzun süre kaşıksız kalmanızla, yeni bir yöntem ortaya koymanız mümkündür.

İnovasyon, yaratıcı düşünce gibi konularda ne kadar yapılandırılmış anlatımlarda bulunursanız verimlilik o kadar düşer. Bunun yerine yapılması gereken, insanların zihinlerinde kapalı tuttukları, çoğu kez varlıklarından bile haberdar olmadıkları kapıları açmaya ikna etmektir.

Sürüden ayrılmak şarttır. Sürüden ayrılan bir koyun kendi başının çaresine bakabilir. Ama sürü daima mezbahaya gider. Bu hiç bir zaman değişmeyecektir.