Tartışma kültürünü geri getirmek

Ülkemiz geriye dönük 50 yıl içinde toplumsal konularda büyük bir gerileme yaşadı. Baskı altındaki bazı kesimlerin birtakım özgürlüklerle sahip olmasına karşı çıkıyor değilim, başka bir gün bunu da tartışmak isterim.

Bugün bahsetmek istediğim şey, ülkemizde tartışma kültürünün erozyona uğramış olması. Bunun birçok nedeni olabilir ancak şimdi nedenlerde kaybolmak yerine tartışma kültürünü yeniden hayata geçirmek hepimizin görevi gibi geliyor bana.

Hayat karar ve eylemdir. Karar almak içinse gerçeği görmek gerekir. Gerçeğe tartışarak varılır. Toplumsal yaşamda neyin doğru neyin yanlış olduğuna tartışarak karar verilir.

Örneğin bir nükleer santral yapmak doğru mudur yanlış mıdır? Eğer bu doğruysa bunu nereye yapmak gerekir? Doğruyu bulmak için bu konuda birikimi olan insanların tartışması, bu tartışmadan halkın haberdar olması, hepberaber bilgi sahibi olmak, cumhuriyet ideallerinden biridir.

Eğer cumhuriyetin doğru bir yönetim anlayışı olduğuna inanıyorsak, hükmünü yitirmiş tartışma kültürünü ülkemize yeniden getirmeliyiz. Bunu yaparken de, çok uzun bir süredir görevini yerine getirmeyen muhalefet partilerinden ve bugünlere gelmemizde büyük katkısı olan iktidar koalisyonundan hiçbir şey beklememeliyiz.

Dahası, tartışma kültürünü geliştirmek ve yaşatmakla yükümlü medyadan da beklentimizi sıfıra indirmemiz gerekiyor

Toplum olarak, vatandaşlar olarak bu top bizde, kucağımızda. Hepimiz elimizden geleni yapmak zorundayız.

Anlayabilmek ya da anlayamamak

İnsanoğlunun zaaflarından biri, dış gerçeklik olarak bildiğimiz şeyin kendisini değil temsilini algılaması. Günümüz bilimsel bilgisiyle biliyoruz ki; insan dış dünyanın bizzat kendisini olduğu gibi algılayamıyor. Ancak duyular vasıtasıyla, o duyuların müsaade ettiği sınırlar içinde bir algıya sahip. Sorun bununla da kalmıyor, algılarının müsaade ettiği sınırlar içinde kalan dünyayı da olduğu gibi değil; kendisinde yarattığı, imal ettiği bir kurgusal gerçeklik üzerinden deneyimliyor.

Bu yarım yamalak deneyimlemede, deneyimin kendi içinde insanlararası bir nesnellik olduğu için, bu deneyim kendi içinde örgütlü ve tutarlı olduğu için, insanın başka insanlarla bu deneyimi karşılaştırma ve sorgulama imkanı yok. Kendi türünden iletişim kurduğu bütün insanlarda durum aynı ve o kurgusal gerçeklik içinde insanlararası tutarlı olan bir kısım var. Zaten sosyal hayatı ve insan ilişkilerini de bu kısım üzerinden ve bu kısımla sınırlı yaşıyoruz.

Hal böyle iken, bütün bu imkansızılıklar içinde oluşturduğumuz lisan adını verdiğimiz bir aracımız var. Lisan, anlatmaya çalıştığım tüm bu yarım yamalaklıktan bağımsız değil. Aynı sorunlara ve aynı sınırlara sahip bir araç.

Bu nedenle, insanın okuduğu ve dinlediği bir şeyi olduğu haliyle anlayabilmesi de imkansız. Ancak maalesef bütün bu sorunlara bir de şu ekleniyor; bütün bu kusurların farkında olmadığımızdan, an an farketsek bile bunları yok saydığımızdan bir insanın yeni bir şey öğrenmesi, anlaması, düşünmesi de imkansıza yakın bir zorlukta.

Bir şey anlatıyorsunuz, yazıyorsunuz, konuşuyorsunuz ama karşınızdaki anlatılanı değil kendi zihnindeki tasarımı duyuyor, dinliyor, okuyor. O insan kendini bilinçli olarak durdurmadıkça dört nala yanlıştan yanlışa koşuyor.

İnsanlar ne dediğinizi duymuyorlar, sadece ne dediğinizi zannediyorlar. Buna dışarıdan müdahale mümkün değil. Herkesin bu sorunlara dair hesaplaşmayı kendi içinde yapması gerekiyor.

Bunun bir çaresi de meditasyon. Meditasyon dediğimiz şey, insanın kendi iç dünyasında susmak bilmeyen kalabalığı en azından tek sese indirmeye çalışarak kendini kendi uydurduğu dünyadan uzaklaştırması. Tam da bu anda az önce kurduğum bu cümle üzerinde anlatmaya çalıştığım sorunu canlandırmayı deneyeceğim.

Meditasyon diye bir kelime kullandım ve herkesde bunun farklı çağrışımları var. Kimine göre yegane doğru faaliyet kimine göre de ufolar, mayalar, ruh celseleri gibi inançların bir parçası olan bir faaliyet. Herkes kendi kafasının içindeki meditasyon karşılığını hatırlayıp cümlenin geri kalanını zaten okumayacak bile çünkü anlatılan şeyin ne olduğunu a’dan z’ye bildiğini zannediyor. Bu zannetme süreci kendiliğinden işliyor. İnsan yüksek bir farkındalıkla kendine müdahale etmedikçe bu sorun sona ermeyecek.

Bu yüzden bir argümanın doğruluğuna inanıyorsanız onu elinizden gelen en verimli biçimde sunmaktan başka yapabileceğiniz bir şey yok. Bağırıp çağırmanız, insanlara şiddet uygulamanız, korkutmanız, rahatlatmaya çalışmanız vs. bir işe yaramayacak.

Eğer bir ürün veya hizmet satıyorsanız bunu gereken en az sayıda detayla en net şekilde sunmanız önemli ve yeterli. İnsanları detaya boğarsanız, insanlar zaten sizin sunduğunuzu değil kendi kafasının içindekileri duyup okuduğundan ve seyrettiğinden onlara ulaşamayacaksınız.

Ürün ve hizmetler dışında daha başka ve hatta daha önemli konular için de aynı şeyler geçerli.

Uyanık ve dikkatli bir hafta dileklerimle.

Emaillerle ilgili teknik bir not

Web sitesinden form doldurarak yolladığınız emaillere yaptığım dönüşler bazen “istenmeyen posta” veya “spam” klasörüne gidebiliyor. Bu yüzden o klasörleri de kontrol etmenizi rica edeceğim. Alternatif olarak sosyal medyadan özel mesaj da yollayabilirsiniz. Eğer yakın zamanda form doldurmuş ya da email yollamışsanız lütfen bu klasörleri de kontrol edin.

Ölüden değil diriden korkacaksın

Yapay zeka tartışmaları aldı başını gidiyor. Bu tartışmalar temel bir korku etrafında şekilleniyor (bilimsel alanda bu tür bir korku yok, bilmeyende var). Bu korku yapay zekanın insanın sonunu getirecek olma ihtimali. Buna Terminatör korkusu da diyebiliriz çünkü insanların bu korku sırasında zihninde şekillenen imgeler çoğunlukla o filmden geliyor.

Bu korkulara ben de katılıyorum çünkü insanlık olarak teknolojiyi kullanma sicilimiz bozuk. Birbirimizi öldürmek için teknoloji geliştiren canlılarız ve bunun ne kadar büyük bir sorun olduğunu henüz anlayabilmiş değiliz. Yıkıcı teknolojilere harcadığımız para yapıcı teknolojilere harcadığımız paradan fazla.

Ancak bilmemekten kaynaklanan korkular kısmına biraz değinmek isterim. Yapay zeka konuşulurken kullanılan terminoloji bir hayli yanlış. Korkuların bir kısmı da burdan kaynaklanıyor. Öğrenen zeka ifadesi pek de doğru değil çünkü öğrenmek anlamak demektir. İçinde bulunduğumuz 2018 yılında anlamak hala sadece canlılara mahsus bir özellik. Yapay zeka diye adlandırılan şeyler ise canlı değiller. Burada canlılığın tanımıyla ilgili bir tartışmaya girmeyeceğim. Ben daha ziyade anlamak fiili üzerinde durmak istiyorum.

İnsan üretimi hiçbir cihaz, insanın henüz çözemediği özellikleri içeremez. İnsanın kendini ben olarak hissediyor olması bilimsel alanda henüz açıklanmış değildir. Bu nedenle, bizim ürettiğimiz, bizim programladığımız bir cihazın kendini ben olarak hissetmesi mümkün değildir. Bu yüzden de, benlik hissinin beraberinde getirdiği ve ancak benlik hissi sonucu mümkün olabilecek hırs, öfke, mutluluk, üzüntü, korku gibi duygular bu cihazlarda mümkün değildir. Bu cihazlar bunları görsel olarak taklit edebilirler ancak bu onların bir şey hissettikleri anlamına gelmez. Beş duyuya benzer alıcılara sahip olabilirler ve tekme attığınızda bağırabilirler ancak bu acı hissettikleri anlamına gelmez.

Bilim ve teknoloji alanında bugün geldiğimiz noktada, insanın maddeye karşılık gelmeyen yönünü bilimle açıklayabilmiş değiliz. Bedenimizdeki kimyasallarla olan ilişkimiz, bunların sorumlu olduğu duygu durumlarını hisseden insanın benlik hissine dair bir açıklama değildir. Mekanizmanın açıklanması benlik hissini açıklamaz.

Bu nedenle, gelecekte bir gün bir robot seri katil olursa bunun nedeni psikolojisi olmayacak. Bunun nedeni onu programlayan insanlığın bozukluğu ve hatası olacak. Bu nokta çok önemli çünkü bu kısım anlaşılmadığı için tartışmalar yanlış yönde sürüyor.

Dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada korkulması gereken hala yapay zeka değil, insan. Yapay zekadan korkma, insandan kork!

Dinlerde ve mistik metinlerde metafor kavramı

Din ya da din felsefesi üzerine metaforla yazılmış metinlerin (tevrat gibi, incil gibi, mesnevi gibi,…) insanlara saçma gelmesinin veya masalmış gibi gelmesinin nedeni özet olarak şudur:

Bu metinler, yaşadığımız fizik dünyayla alakası olmayan konuları, yaşadığımız fizik dünyaya ait kavramlarla anlatmaya çalışmışlardır. Bu nedenle bu gizli anlatım insanlara saçma ya da komik gelir.Örneğin; Musa’nın Yahudi halkını firavundan kaçırarak Kızıldeniz’den geçirmesi; Musa’yla, Yahudilerle, firavunla ya da Kızıldeniz’le ilgili değildir. Anlatılan şeyin bunlarla en ufak bir ilgisi yoktur.

Bu konudaki yorumlardan birine göre bu olayla anlatılan şey; insanın egosunu kontrol altına almaya çalışırken karşılaşacağı sorunlar ve yardımlarla ilgilidir. 

Semmelweis sendromu

Akademik dünyada Semmelweis sendromu diye bilinen bir şey vardır. Bilimsel gerçeği görmezden gelmekle alakalıdır. Olay 1847 yılında İngiltere’de geçiyor. Dr. Ignaz Semmelweis, mikropların hastalığa yol açtığını iddia ediyor. O sırada bunu söylemek akıl hastalıklarına cinler yol açıyor demek gibi bir şey bilim dünyası açısından. Adama demediklerini bırakmıyorlar. Sen bu hurafelere nasıl inanırsın sen ne biçim bilim adamısın diye tepki gösteriyorlar.

Bu tepkilere “doktorlar centilmendir elleri nasıl kirli olabilir” de dahil. Çünkü Dr. Semmelweis diyor ki “Büyük bir hata yapıyoruz, hastaları muayene etmeden önce ve muayene ettikten sonra mutlaka ellerimizi yıkamalıyız. Hastalara mikrop bulaştırıyoruz ve mikroplar da başka hastalıklara yol açıyor. Özellikle doğumlardan önce mutlaka ellerimizi yıkamamız lazım”.

Semmelweis’ın anlattığı somut bir olay ama bunu anlamak için önce zihinde canlandırabilmek gerekiyor. Bu da soyut akıl kabiliyetiyle alakalı.

Bilimsel yöntem kullanılırken yapılan hatalar

Bugün kullandığımız teknolojiyi bilimsel yönteme borçluyuz, bu yüzden de bilimsel yöntemi küçümsemek doğru bir iş değil. Ancak bilimsel yöntem kullanılırken yapılan hatalar yüzünden çok sayıda yanlış anlaşılma sorunu yaşıyoruz. Bazı bilgilere de bu yüzden ulaşamıyoruz.

Örneğin bilimsel araştırmalarda üçüncü değişken kavramı yeteri kadar anlatılıp öğretilmezse ortaya yararsız çalışmalar çıkıyor.

Nedir üçüncü değişken, buna bakalım. Diyelim ki yolda gitmekte olan bir bisikletin nasıl durabildiğine dair bilimsel araştırma yapıyoruz. Bu araştırma sonucu bulacağımız ilk şey “freni olan bisikletler durur, freni olmayan bisikletler durmaz” bilgisi olacaktır. Araştırmamızı biraz daha ilerletirsek, karşımıza “freni olan her bisiklet durmaz” bilgisi çıkar. Eğer biz araştırmamızı bu noktada sonlandırırsak, “bisikletin durması frenle alakalı değildir” sonucuna varırız. Oysa burda freni harekete geçiren faktörleri araştırarak ihtiyacımız olan üçüncü değişkeni bulabiliriz. Örneğin, bisikleti durdurmak amacıyla kullanılan freni bisikleti süren kişinin kullanması gerektiği bilgisi. O zaman anlarız ki, bisikleti durduran şey frendir ama o freni birinin harekete geçirmesi gerekiyor. Bazı bisikletler freni harekete geçirecek kişi bunu yapamadığı için duramıyor. Sonra da doğru olan freni kullanacak kişinin bunu niye yapamadığını araştırmaktır.

İşte bilimsel yöntemi kullanması gereken bilim insanlarının sıklıkla hataya düştüğü yer burasıdır. Çoğu bilim insanı gerek eksik eğitimleri gerekse sabırsızlıkları yüzünden bilimsel yöntemi uygulamayı erken safhalarda durdurlar.

Örneğin, yetiştirdiği bitkilerle konuşarak onların daha sağlıklı büyümelerini sağladığını iddia eden biri olsun. Botanik bilimiyle uğraşan bir bilim insanı da bu konuyu araştırıp anlamaya çalışsın. Eğer bu kişi bu olayı öğrendiğinde “böyle şey olmaz” derse bilimsel yöntem kullanılmamış olur. Eğer bu kişi bu olayı denemek için kendisi bitkilerle konuşmaya çalışıp sonuç alamazsa, bilimsel yöntemi yine erken safhada elden bırakmış olacaktır. Bu durum, yukarıda bisiklet örneğinde bahsettiğim “bisikletlerin durması frene bağlı değildir” sonucunu çıkarmaya benzer. Sonunda ne olur? Bu olay bilimsel değildir diyerek kestirip atılır, bizler de bundan faydalanamayız.

Sorun bilimsel yöntemde değil, bunu kullanmayı beceremeyenlerde. Bilimsel alanda bu ve buna benzer çok hata yapılmaktadır. Çözümü ise bilim insanı eğitimindeki hassasiyeti artırmakta.