İçimizdeki yetişkinle barışmak

Birçok ‘kendine yardım’ kitabında, birçok popüler psikoloji kitabında, birçok dergi ve gazete makalesinde tavsiye edilen klişe bir şey vardır; içinizdeki çocukla barışın, içinizdeki çocuğu susturmayın, bırakın oynasın gibi.

Ben bu konuya bir de içimizdeki yetişkin tarafından bakmak istiyorum. İçimizdeki çocuğa bir itirazım yok, o olduğu yerde takılsın, keyfine baksın, zaman zaman ön plana çıksın. Ancak içimizdeki yetişkinden bahseden yok ve bu çok çok önemli bir konu. Hatta bu birçok derdimizin de çözümü aslında.

İçimizde bastırdığımız bir yetişkin var. Yetişkin olmak, sorunlara çözüm odaklı yaklaşmak demek. Mızıklamak, başkalarını suçlamak yerine derdimize çare bulmaya çalışmak. Biz bu yetişkini susturmaya ve yok saymaya çalışıyoruz. Elbette durupdururken değil, bunun birçok nedeni var. Bu nedenler hem toplumsal hem de kişisel.

Ben kişisel nedenlerden başlayıp sonra toplumsal nedenlere geçmeyi planladım. Zaten ikisi de birbirinden ilginç ve hüzünlü bence.

İçimizdeki yetişkini yok sayma nedenlerimizden belki de en önemli olanı sorumluluğu reddetmektir. İçimizdeki yetişkini yok saydığımız zaman bizim adımıza karar verecek bulabildiğimiz ilk kişiye ya da makama dört elle sarılırız. Demokrasilerin yerleşmediği ülkelerde bu çok sık görünen bir şeydir (bu konuya toplumsal nedenler kısmında geri döneceğim). Kişi; bir toprak ağası, bir parti başkanı, bir hükümet karşısında sorumluluktan kurtulmuş olmanın (olduğunu sanmanın) keyfini çıkarmaya çalışır. Bizim adımıza başkalarının karar verdiğini zannederek karar verme sorumluluğumuzu bir yana koyar ve karar verme acısından uzaklaşmanın tadını çıkarırız.

Bazı insanlar birlikte olmak istedikleri kişi hakkında yakın arkadaşlarıyla konuşur ve onların fikrini sorarlar. Bu insanlar içinden bazıları da bu fikirlere kendi fikirlerinden daha çok önem verirler. İşte o insanlar içlerindeki yetişkini konuşturmamaya çalışan insanlardır. Arkadaşlarının fikrine göre hareket ederek kendileri karar vermiyor oldukları hissini yaşarlar. Oysa arkadaşlarının fikrine uymak da bir karardır. Ama filanca kişi önerdiği için ben böyle yaptım dediğimizde sanki kararı biz vermemiş gibi hissederiz.

Sadece bu karar, karar süreci, karar vermekten kaçmak konuları bile yetişkinlik konusunda öylesine önemlidir ki bunlardan söz edince konuyu büyük ölçüde kapsamış oluyoruz. Bu bağlamda yetişkinliği kişinin hayattaki kararlarının sorumluluğunu kabullenmesi olarak da tarif edebiliriz. Çünkü karar vermiyor olmak gibi bir seçenek gerçekte zaten yok.

Toplumsal olarak da şunu söylemeyiz; aslen ne devlet, ne toplum ne de herhangi bir otorite yetişkin insan sevmez. Bireysellik aynı zamanda düzensizliğe de yol açar. Kendi kararlarını alan, bilinçli olarak ne istediğini bilen; istekleriyle barışık olan ve bunları bireysel seviyede hayata geçirmek isteyen kişi toplum ve belli başlı birçok otorite açısından sorun olarak görünür. Bu sorun olarak görünmekle kalmaz, aynı zamanda içinde yaşadığımız ekonomik sistem bireyleri kendi ihtiyaçlarının dışında karar almak üzere elindeki bütün araçlarla zorlamaya çalışır. Reklamlar da bu zorlamanın örneklerinden biridir. Askeri darbeler de bu zorlamanın örneklerinden biridir. Hükümetlerin baskıcı davranışları da bu zorlamanın örneklerinden biridir.

Reklamları ele alalım. Neden reklamlarda ürünler hakkında bilgi verilmez? Neden ürünün tanıtılması ön planda olmaz da onun yerine o ürünü kimlerin kullandığı anlatılmaya çalışılır? Nasıl insanlar o ürünü kullanıyorlar? Siz, nasıl bir insan olmalısınız? Kararlarınız neler olmalı? Reklamlar bile size ürün tanıtmak yerine hayattaki kararlarınızın neler olması gerektiğini anlatmaya ve aşılamaya çalışırlar.

Bu toplumsal zorlamalar da kişinin içindeki yetişkinle barışmasını engeller.

Şimdi bir de içimizdeki yetişkinle barışmak için yaşamımızdan 3. şahıs ile kullandığımız cümleleri çıkarmamız gerektiğini ve bunun nedenlerini anlayalım. İçimizdeki yetişkinle barışmayıp bir çocuk olarak yaşamlarımızı sürdürmeye devam etmek, dışarıda bir otorite aramamıza neden oluyor. İnsanoğlu’nun en temel düşünce organı lisan olduğu için bunu dilimize yansıtarak yaşıyoruz. Bu bizi sıkıyor, baskı altına alıyor ama bir yandan da rahatlatıyor. Rahatlatıyor çünkü yaşadıklarımız üzerinde bir etkimiz olmadığı yönündeki inancımızı kuvvetlendiriyor. Günlük yaşamda sıklıkla “şöyle yaptılar”, “böyle yaptılar”, “şunu yapacaklar” gibi kalıplar kullanıyoruz. Örnekleyelim:

– Bu adamı nasıl buraya (bu makama, filanca göreve, vs.) getirdiler? Bu adam denen o kişinin bu konuda harcamış olabileceği çabalar, kişisel birikim ve kalite yok sayılıyor. Bunu söylerken dolaylı olarak sizinki de yok sayılıyor. Birileri bir insanı belli bir makama getirmiş. O kişinin böyle bir makama kendisinin gelmesi mümkün değil. Neden değil? Çünkü o bir insan. İnsanlar böyle başarılara kendileri ulaşmazlar, birileri onları bir yerlere getirir. Ama bir dakika! O birileri kim? O birileri insan değil mi? O zaman bu işin içinde bir terslik var.

Kullandığımız bütün üçüncü şahısları, insan değilmiş gibi kullanıyoruz. Çünkü konunun o derece derinine inersek ve o üçüncü şahısların da etten kemikten insanlar olduğunu hatırlarsak bu bizim de bir şeyler başarabileceğimiz anlamına geliyor. Bu ihtimal ise nedense korkutuyor (Ben bireysel eğitim ve danışmanlıklarımı insanların neredeyse sadece bu korkuyu yenmelerine yardımcı olmak için yapıyorum. Bu başlı başına bir iş!).

Tüm bunların içimizdeki yetişkini bastırmakla birebir ilgisi var.

Üçüncü şahıslarla ilgili söylediklerimle bir kanıt şudur örneğin; birçok kişi hayran oldukları meşhur insanlarla tanıştıktan ve kısa bir süre de olsa beraber zaman geçirdikten sonra hayranlıklarında belirgin bir azalma görünür. Bunun en büyük nedeni, daha önceleri insan sınıfında olmayan bu meşhur kişinin artık bir insan hatta tanıdık bir insan haline gelmiş olmasıdır. Ve kimse kendi köyünde peygamber olamaz! Bu maalesef çoğumuzun algısında vardır, birebir tanıdığımız olan birçok kişinin “olağanüstü” başarıları gözümüzün önünde olsa bile bize inandırıcı gelmez çünkü içimizdeki yetişkinle barışmadıkça tanımadıklarımızın neredeyse tamamı bir otorite, tanıdıklarımız ise büyük ölçüde bizler gibi birer çocuk olarak algılanır.

Yani tanımlar ve kriterler kişinin kendi iç dünyasından geliyor ve o dünyada olup bitenler hep dışarıda olup bitenlerin etkisi altındaymış gibi. Bir tür otomatik pilot bu. Dış dünyayı takdir etmekten (ya da aşağılamaktan) kendi dünyamızla ilgilenememek. Dolayısıyla da içerideki çocuğun bu nedenle bir türlü büyüyememesi. Sonuç olarak da içimizdeki yetişkinle bir türlü barışamamak ve hatta tanışamamak.

Bir direnç noktası olarak da birçok kişiye bu anlattıklarım çok yumuşak, çok çiçek böcek ve biraz da gaza getirici ya da bu amaçla yazılmış olarak görünecektir, bu hep olur. Nedense bu konuların ne kadar sert, ne kadar zor olabileceğini düşünmeyi tercih etmeyiz.

(birden fazla platformda yayınladığım bir yazı: Linkedin, Medium, Facebook)